A Life of Dedication

This is to commemorate on this day, 189 years after he was born, a young, inquisitive mind who was dying to see the world and was eager to learn.

A young lad by the name of Wilhelm Berggren, born on 20 March 1835 in Stockholm, leaves home at the age of 15 to become an apprentice to a carpenter. In 1865 he decides to travel around the world, and leaves Stockholm. He ends up in Berlin, and thanks to his experience working with wood, he finds employment in a workshop manufacturing wooden cameras. In the mean time he learns Ambrotype and Daguerrotype. He improves his wet Collodion technique. At some point, he comes down to Odessa on the Black Sea coast, and boards a ship destined for America. When the ship stops over at Istanbul for customs formalities, he gets off and looks around. He is so enchanted with the place that he decides to settle in Istanbul, and starts working in some maritime company until about the 1870s.

During the early years of the 1870s he opens up a photo studio on Grand Rue de Pera. Later he marries a Greek girl by the name of Amelie. His sister’s daughter, Hilda, joins him and starts working with him in the studio.

Berggren becomes one of the respectable photographers with solid technique and a good sense of composition. He photographs coasts, streets, the Bosphorus and people from different walks of life.

While traveling with Goltz Pasha during the construction of the Baghdad railway, he takes photographs of many towns on route. These photos include not only the images of towns and cities, but also monuments and ruins. His photographs end up being valuable documents of his time.

When King Oskar of Sweden and his family come to Istanbul in 1885, he takes their photographs in the Embassy. Upon presenting the King with an album that includes pictures of the Embassy building, he is awarded a medal. He also receives a medal from the Ottoman Sultan.

At the beginning of the 20th century, his studio runs into financial problems due to the outbreak of wars. With the number of tourists dwindling, he finds himself in a difficult position money-wise, and decides to sell his negatives, which are eventually bought by the German Embassy. His niece Hilda starts working as a secretary in the Swedish and Norwegian embassies and takes care of his uncle and his family.

When he leaves this world at the age of 85, Hilda buries him with his photo equipment along with his medals and a few negatives. He now rests in one of the Protestant cemeteries in his beloved city.

This man who created some of the most valuable photographs in the Ottoman Empire is now resting in a very humble place that I visited back in 2005. He probably has no visitors because the grave seemed to be sort of neglected. He certainly could not have imagined that one day some large-format photo enthusiast would come visit his grave and take its photograph using a digital camera – something that uses no film – and publish it for the whole world over something that is even more strange – the Internet. Looking back, he definitely lived in a different world.

Considering that he had a son and two daughters, it would be interesting to contact his grandchildren (I don’t know if he has any – I assume he might) and find out how much they know about him and the artistic and historic/documentary value of his work.

Note: Guilaume Berggren’s photograph that appears on this page is an auto-portrait from
FOTOGRAFISKA MUSEET, STOCKHOLM
(Source: http://www.fotografya.gen.tr/issue-7/engin.html)

Just a Few Sources for Further Research:
http://www.fotografya.gen.tr/issue-7/engin.html
http://www.lib.uchicago.edu/e/su/mideast/photo/Istanbul.html
Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, Dünden Bugüne Istanbul
Ansiklopedisi, v. 2
(Istanbul: 1994).

Türkiye’de Şiddet ve (Ateşli) Silahlar

Son yıllarda artan cinayetler, kadın cinayetleri ve intiharlar ve genel olarak Türk toplumunda görülen şiddet eğilimi, medyada gitgide daha çok dikkat çeken ve toplumda endişe yaratan bir düzeye erişti. Aile içi şiddetten trafikte yol verme kavgasına, çeşitli kişisel nedenlerle kasten cinayetten sokak ortasında çete savaşlarına kadar her türlü şiddet olayının ve silahlı çatışmanın adeta sıradanlaştığı bir ortam Türkiye’ye hakim oldu.

Temmuz 2023’te Istanbul Esenyurt’ta bir tekel bayiine 4 kişinin yaptığı baskın sırasında iki kişinin öldürülmesi, Şubat 2024’te İzmir’de bir taksicinin genç bir müşteri tarafından tabanca ile öldürülüp telefonunun gaspedilmesi ve gene Şubat 2024’te Adana Belediyesinde çalışan bir kişinin Belediye Başkanının Özel Kalem Müdür Vekilini vurarak öldürülmesi, son yıllarda ateşli silahlarla işlenen cinayetlerin en yeni ve infial yaratan olayları olarak medyada yer aldı. Bu olaylar, basit bir araştırma ile rahatlıkça bulunabilecek pek çok cinayetin en son birkaç örneği.

Silahlanma karşıtı çalışmalarıyla tanınan Umut Vakfına göre “2023 yılında; 3 bin 773 silahlı şiddet olayı basına yansıdı. Basına yansıyan bu olaylarda 2 bin 318 kişi öldü, 3 bin 820 kişi de yaralandı. Yaşanan silahlı şiddet olaylarının 3 bin 212’sinde yani yüzde 85’inde kaleşnikof, otomatik tüfekler dahil ateşli silahlar (106’sı beylik silahı toplam 2 bin 427’si tabanca ve 784’ü tüfekler), yüzde 15’ine denk gelen 561’inde de bıçaklardan baltalara her tür kesici alet kullanıldı…”1 Aynı kaynağa göre “10 yılda meydana gelen 34 bin 197 silahlı şiddet olayında toplam 21 bin 434 kişi öldü, bazıları ağır 31 bin 207 kişi de yaralandı.”

Adli Psikolog ve atış eğitmeni Oktay Çavuş, ruhsatsız silah sayısının ruhsatlı silahlardan çok daha fazla olduğunu ve bu durumun önüne geçilebilmesi için çok daha ağır ve caydırıcı cezalar uygulanması gerektiğini belirtiyor.2

Umut Vakfı Başkanı Prof. Akcan’a göre “Türkiye’de yaklaşık 4 milyon ruhsatlı silah var. Bunun 9 katı da maalesef ruhsatsız dediğimiz, kaçak dediğimiz silah mevcut. Toplam 36 milyona yakın silah olduğu düşünülüyor.”3

Cinayet uzmanı emekli polis memuru Mustafa Bayram’a göre cinayetlerin %90’ı ruhsatsız silahlarla işlenmektedir. Bayram, “ruhsatsız silah kullananların %99’unun mutlaka sabıka kaydı vardır” demektedir.4

Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili Gamze Akkuş İlgezdi ise 2006-2021 yılları arasındaki Adli Tıp Kurumu istatistiklerini esas alarak 1,2 saatte 1 kişinin yaralandığını, 5,2 saatte de bir kişinin ateşli silahla öldürüldüğünü ifade ediyor.5

Global Organized Crime Index, Türkiye’de suç örgütlerinin ve devlet görevlilerinin uzun yıllara dayalı güçlü bağları olduğunu, devletin altın, petrol, insan ve silah kaçakçılığını kendi yararına olacak şekilde ve siyasi saiklerle desteklediğini belirtmektedir. Uluslararası siyasi konjonktür ve jeopolitik ilişkilere bağlı olarak devlet bu örgütlü suçlar üzerindeki kontrolünü gevşetmekte veya sıkılaştırmaktadır. Devlet görevlilerinin içinde yer aldığı ileri sürülen suç faaliyetleri hakkındaki gayet ciddi iddialara rağmen bu kişilere neredeyse hiç soruşturma açılmamaktadır. Devlet yetkililerine ek olarak kolluk kuvvetleri ve gümrük görevlilerinin de bahsedilen piyasalarda faal olduğu düşünülmektedir.6

Konuyu bu şekilde açıkladıktan sonra çözümün ne olduğuna bakmak gerekir. Umut Vakfı ve onunla aynı bakış açısına sahip kimseler bu korkunç tablo karşısında haklı olarak bireysel silahlanmaya karşı çıkmaktalar. Ancak yukarıdaki bir emekli polis memurunun açıklamasından da görüleceği üzere ateşli silahlarla işlenen cinayetlerin önemli bir kısmı ruhsatsız silahlarla işlenmektedir. Ruhsatlı silah sahibi bir kimsenin silahını suç işlemek amacıyla kullanmayacağı ise açıktır çünkü bu kimsenin yakalanması çok daha kolay olacaktır. Her silahın markası, modeli, seri numarası ve kalibresi onu ifşa etmeye yeter. Dolayısıyla, mesele bireylerin silah sahibi olmasını engellemek değil, uygulamada reform yapmak, silah kaçakçılığına son verecek siyasi iradeyi yaratmak ve bireylerin elindeki kayıtsız silahları toplamaktır.

Kayıtdışı silahları toplamak için ABD’de uygulanan satın alma yöntemi dikkate alınabilir. Buna göre 1970’lerden beri uygulanan bu program dahilinde bireyler silahlarını gönüllü olarak bir kamu kurumuna ya da özel bir kuruma teslim edip karşılığında bir ödeme almaktadırlar. 1988 ile 2021 arasında 37 eyalette bu tür 550 program uygulanmıştır. Örneğin 1 Mayıs 2023’te New York eyaletinde 185’i saldırı silahı olmak üzere 823 uzun namlulu silah ve 1656 tabanca içeren 3000’den fazla silah bireyler tarafından hediye çekleri karşılığında teslim edilmiştir.7

Bugün Türkiye’de silah edinmek isteyen bir kimse, gerekli başvuruyu yaparken sağlık raporu, adli sicil kaydı ve fotografın yanısıra ne amaçla ve ne tür silah (yivli, yivsiz, bulundurma, taşıma) edinmek istediğine bağlı olarak bir harç ödemek zorundadır. Bunlar yerine getirildikten sonra ise silah edinmek isteyen bireye satın alma belgesi verilmekte ve silah ancak bu belgeyle alınabilmektedir. Silah satın alındıktan sonra da seri numarası ve modeli Emniyet Müdürlüğü ya da Jandarma’ya kaydettirilmek zorunda. Görülüyor ki, yasal yoldan silah edinmek çok kolay olmamakla birlikte bazı yenilikler yapılmasında fayda olacaktır. Örneğin silah satın alan bir kimsenin önce kısa bir kursa tabi tutulması istenebilir. Böyle bir kursta silah kullanma, silah güvenliği, silah sahibinin sorumlulukları gibi konular öğretilebilir ve bu konuda kullanıcıların daha bilinçli davranması sağlanabilir – aynen motorlu araç ehliyetinde olduğu gibi.

Yukarıdaki açıklamalar her ne kadar ateşli silahlara odaklanmış ise de bıçak, balta ve pala gibi kesici aletler de şiddet içeren olaylarda kullanılmaktadır. Bu da meselenin sadece ateşli silah sahibi olmak meselesi olmadığını gösterir. Toplumda yaygınlaşan kavga, çete savaşları ve cinayetleri göz önüne dikkatle alınca çözülmesi gereken sorunun ateşli ya da başka tür silah meselesi olmadığı anlaşılır.

Şunu görmek gerekir ki, AKP iktidarı 20 yılı aşkın bir süredir kullandığı söylem ile toplumu sürekli gerginleştirmektedir. Bunu Recep Tayyip Erdoğan’ın kullandığı saldırgan, hakaretamiz, aşağılayıcı, tehdit edici ve kutuplaştırıcı dil başta olmak üzere pek çok AKP mensubunun konuşma ve tavırlarında görmek mümkün. İkinci bir unsur, AKP iktidarında gitgide artan sefalet ve fakirleşmenin yanısıra artan adaletsizliklerdir. Türkiye’de toplumun çok büyük bir kesimi borçla hayatta kalmaya çalışırken iktidara yakın ve liyakatsiz olarak atanan bürokratlar birden fazla kurumdan maaş alarak hak etmedikleri bir zenginleşme içindedirler. Artan gelir adaletsizliği ve fahiş vergilerle katlanan ekonomik ve sosyal kutuplaşmanın insanların ruh sağlığını etkilemeyeceğini düşünmek saflık olur. Güvensiz ortamlarda çalışmaya zorlanan emekçiler, açlık düzeyinde yaşamaya zorlanan emekliler, iş bulamayan milyonlarca genç, tahsilleriyle tamamen ilgisiz işler yapmak zorunda kalan üniversite mezunları, inşaat işçiliği yapan öğretmenler, staj yaparken hayatını kaybeden gençler, bugün Türkiye’nin insan manzaralarını oluşturuyor. Kıyıların ve yeşil alanların pervasızca talan edilmesi, insanların güvensiz binalarda yaşatılıp deprem ve sel gibi afetlerde hayatlarını kaybettikleri zaman bunun kader olarak ilan edilmesi gibi adaletsizliklerin ve sorumsuzlukların insanları gergin bir ruh haline sürükleyip saldırganlaştırmasından daha doğal ne olabilir?

Türkiye’de AKP iktidarı ile birlikte hukukun ortadan kalktığı bir sır değil. Her türlü hukuksuzluğun pervasızca işlenmesi, kanunların iktidar ve onu destekleyen sermaye sahipleri doğrultusunda değiştirilmesi ve en son Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmaması, çoğu yurttaşın gördüğü ve endişe ile karşıladığı bir durum. Bununla birlikte Türk toplumunun gerçekten sosyolojik anlamda bir toplum olup olmadığı da göz önüne alınmalıdır: Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in hazırladığı Türkiye Değerler Atlasında (2012) ortaya konduğu üzere, Türkiye’de insanların sadece %10’u başkalarına güvenebilmektedir. Bu durumda, Türkiye halkını birbirine güvenmeyen bir insan yığını olarak görmek pek de yanlış bir sonuç olmasa gerek. Ayrıca konunun kültürel boyutunda “at, avrat, silah” diye ifade edilen militaristik, maço ögeler de olduğu düşünülürse, ülkede artan şiddetin sadece bir silah meselesi olmadığını rahatlıkla anlarız.

Sonuç olarak ifade etmek gerekir ki, Türkiye’de gitgide artan aile içi şiddetin, kadın cinayetlerinin, çete savaşlarının ve diger her türlü ölümcül şiddet vak’asının arkasında iktidarın bilinçli politikaları yatmaktadır. Bu politikalar değişmediği sürece, devlet aygıtındaki kriminal bireyler soruşturmaya tabi tutulup yargılanmadıkça, şiddet sarmalının daha da artacağını öngörebiliriz. Sorun, devletin siyasi ve ekonomik tercihlerinden kaynaklanan bir anomi halidir.

Not: Konunun hukuki boyutu üzerine Prof. Dr. Mustafa Tören Yücel’in “Şiddet ve Ateşli Silahlar” adlı makalesi de oldukça aydınlatıcıdır (https://www.hukukihaber.net/siddet-ve-atesli-silahlar-violence-and-firearms erişim 14 Şubat 2024).

  1. https://www.blog.umut.org.tr/2023-yili-turkiyenin-siddet-haritasi.html, erişim 13 Şubat 2024. ↩︎
  2. https://www.haberturk.com/son-7-ayda-18-bin-ruhsatsiz-silah-ele-gecirildi-cinayetlerin-yuzde-90i-ruhsatsiz-silahla-isleniyor-3612140, erişim 13 Şubat 2024. ↩︎
  3. https://tr.euronews.com/2023/08/14/bireysel-silahlanma-turkiyede-sivillerde-ruhsatli-ve-ruhsatsiz-kac-silah-var, erişim 13 Şubat 2024. ↩︎
  4. https://www.haberturk.com/son-7-ayda-18-bin-ruhsatsiz-silah-ele-gecirildi-cinayetlerin-yuzde-90i-ruhsatsiz-silahla-isleniyor-3612140, erişim 13 Şubat 2024. ↩︎
  5. https://www.politikyol.com/chpli-ilgezdi-bes-saatte-bir-kisi-silahla-olduruluyor-saatte-bir-kisi-ise-silahla-yaralaniyor/, erişim 13 Şubat 2024. ↩︎
  6. https://ocindex.net/country/turkey, erişim 13 Şubat 2024. ↩︎
  7. https://www.usatoday.com/story/news/nation/2023/05/01/new-york-gun-buyback-program/70171103007/ erişim 14 Şubat 2024. ↩︎

Paşabahçe Vapuru ve Anımsattıkları

Paşabahçe Vapuru’nun 13 Ağustos 2022 günü, 10 yılı aşan uzun bir aradan sonra yenilenip modernleştirilerek tekrar yüzdürülmesi, Istanbullu olup da bu vapurlarla gidip gelen herkesi herhalde sevindirmiştir. Istanbul ve onunla özdeşleşmiş olan Şehir Hatları vapurları, birbirini tamamlayan ögelerdir. Nasıl ki bir kent olarak Istanbul ile deniz birbirinden ayrılmaz imgeler ise, söz konusu vapurlar da narin süzülüşleriyle, düdükleriyle ve tanık oldukları hayatlarla bu ögelere eşlik ederler. Orta yaş ve onun üzerindeki neslin Paşabahçe ile seyahat etmiş olma olasılığı oldukça yüksek.

Gerek Paşabahçe ile ve gerekse diger vapurlarla pek çok kez Adalar’a ve Yalova’ya gidip gelmiş biri olarak bu vapurun tekrar Istanbullular’ın hizmetine sokulmuş olmasına memnun oldum. Tarihi değerlere sahip çıkmayan, kültür yoksunu, yağmacı ve talancı bir AKP yönetiminden sonra kültürü, kent belleğini ve tarih bilincini daha ön planda tutan İmamoğlu yönetiminin bu hizmetini takdir etmek gerekir. Vapurlar, Istanbullu’nun hayatının bir parçasıdır. Özellikle iki yaka arasında gidip gelmesi gereken Istanbullu için vapura binmek medenice seyahat etmektir; günlük yaşamın koşuşturması içinde biraz soluklanıp deniz havası almak, martılara simit atmak ve rahat bir biçimde gideceği yere gitmek demektir.

Paşabahçe Vapuru
Paşabahçe Vapuru Beykoz’da (2012)

Türkiye’nin gericileştirilmesi projesinin hızlandırıldığı ve toplumun daha önce eşi görülmemiş bir baskı altına alındığı 1980 darbesi öncesinde, Şehir Hatları vapurlarıyla seyahat etmek başlı başına bir keyif unsuru idi. Bu vapurların ikinci katında bir bar, barın önünde de herkesin serbestçe oturabileceği yuvarlak masalar ve sandalyeler olurdu. Vapurun bu bölümünde oturup rakı, votka ya da cin tonik içerek, eşi emsali bulunmayacak sohbetler içerisinde vaktin nasıl geçtiğini anlamadan gideceğimiz yere varırdık. Istanbul ile Yalova arasını 2 saatte alan posta vapurunun aheste beste seyri, bu sohbet ve içki ortamında unutulmaz hatıralara zemin teşkil etmiştir. O zamanlar vapurda sigara içmek de serbest idi ve bir taraftan sigaramızı tüttürür, diger taraftan içkimizi yudumlarken sohbet ve kahkahalarla yolculuğumuzu tamamlardık.

Senelerce bu vapurlarla Adalar’a ve Yalova’ya gidip gelmiş biri olarak bu güzel içki ve sohbet ortamında en ufak bir rezillik çıktığına şahit olmadığımı da belirtmem gerekir. Ne yazık ki, bir taraftan Atatürkçülük ve laiklik edebiyatı yapan askerî cunta öbür taraftan toplumun gericileştirilmesi için elinden geleni ardına koymamış, insanları her türlü baskı ve işkence altında inletmiş, laik hayat tarzını gerici ve yobaz zihniyeti memnun edecek şekilde kısıtlamıştır. Gönül arzu eder ki Türkiye bir zamanlar sahip olduğu medenî ve serbest ortamına tekrar kavuşsun ve topluma son 20 yıldır kan kusturan AKP gericiliği bir daha dönmemek üzere tarihin çöp tenekesindeki yerini alsın.

Kitap ve Üniversite

Yükseköğretim Kurulunun yayınladığı Üniversite İzleme ve Değerlendirme Genel Raporu 2021‘e göre 2020 yılında üniversite kütüphanelerinde “öğrenci başına düşen ortalama basılı kitap sayısı 8’dir. Öğrenci başına 10 ve üzeri basılı kitap düşen üniversite sayısı 32 iken öğrenci başına 1’in altında basılı kitap düşen üniversite sayısı 4’tür. ” Bu çerçevede ele alındığında öğrenci başına düşen basılı kitap sayısı İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesinde 43,23, Istanbul Üniversitesinde 36,26, Boğaziçi Üniversitesinde 36,35, Koç ve Sabancı Üniversitelerinde de sırasıyla 33-10 ve 22,26’dır.

Bu rakamlardan anlaşılacağı üzere, Türk üniversiteleri gerek öğrenci ve gerekse akademik personellerinin hizmetine sundukları kütüphane (bir başka ifadeyle bilgi edinme ve araştırma yapma) olanakları açısından feci durumdadır.

Üniversiteler çeşitli yönleriyle tartışılırken bir üniversitede olması gereken esas unsur, hatta en önemli unsur olan kütüphane konusu yeterince dile getirilmemektedir. Halbuki bir üniversite kurulurken ilk olarak düşünülmesi gereken öge kanaatimce kütüphanedir, çünkü kütüphane olmadan bilgi edinmek mümkün değildir. Her ne kadar bugün internet hayatımızın her alanına girmiş, önemli ve yararlı bir bilgi kaynağı haline gelmişse de, kitabın yerini alamamaktadır.

Üniversite kütüphanesi sadece öğretim üyelerinin araştırma yapabilmeleri için değil, öğrenciler için de hayatî bir önem ifade eder. Öğrencinin derste öğrendiği bilgilerin ders dışı kaynaklarla desteklenmesi önemli bir ihtiyaçtır. Bunun yerine getirilmemesi halinde hem derste öğrenilen bilgiler sınırlı ölçüde edinilmiş kuru bilgiler olmaktan öteye gidemeyecek, hem de öğrencinin genel bilgi düzeyini arttırması mümkün olamayacaktır.

En az bunun kadar önemli olan bir başka nokta da, öğrencinin kültür ufuklarını genişletebilmesi için gerekli olanakların kendisine sağlanabilmesidir. Bir coğrafya öğrencisinin astronomi alanındaki meraklarını giderebilmesi, bir mühendislik öğrencisinin arkeoloji konusundaki merakını tatmin edebilmesi, çağdaş ölçütlere uyan bir kütüphane sayesinde mümkündür. Üniversite öğrenimini lise tahsilinin bir uzantısı olarak görmüyorsak ve öğrencinin genel kültürü yüksek, analitik düşünebilen ve araştırmacı bir birey olarak mezun olmasını arzu ediyorsak, kütüphanesiz bir üniversite olamayacağını da kabul etmemiz ve bu konunun üzerine kararlılıkla gitmemiz gerekir.

Halbuki belli başlı üniversitelerimiz de dahil olmak üzere yüksek öğrenim kurumlarımızın büyük bir kısmı, çağımızın gerektirdiği standartlarda kütüphanelerden yoksundur. Mevcut kütüphaneler yetersiz olduklarından başka bir de devlet dairesi anlayışıyla yönetilmektedirler. Sadece mesai saatleri dahilinde açık olan, dışarıya ödünç olarak kitap çıkarılamayan kütüphaneler, neticede öğrencilerin ders çalışma salonu olarak hizmet veren mekânlar olmaktan öteye gidememektedir. Kütüphanesi yetersiz ya da hiç olmayan olan bir üniversitede öğrenciye araştırma yaptırmak mümkün olmamakta, öğrenci ders kitaplarından edindiği komprime bilgilerle mezun olmakta, alanının literatürünü tanıyamamaktadır.

Avrupa Birliği’nin Sokrates programı çerçevesinde Avrupa üniversiteleri ile öğrenci ve öğretim üyesi değişimine büyük bir hevesle başlayan üniversitelerimizin diger ülke öğrencilerine ne kalitede bir akademik ortam sunabileceği maalesef yeterince düşünülmemektedir.

Üniversite öncesi yıllarda kitap okuma alışkanlığı kazandırılamamış olan gençler kütüphanesizliği bir eksiklik olarak görmemekte, bu konuda üniversite yönetimlerinden herhangi bir talepte bulunmamaktadır. “Demokratik, özgür üniversite,” “bilimsel eğitim” talep eden öğrenciler ne yazık ki bu sloganlarının içini yeterince dolduramamakta, kendilerini arzu ettikleri güce kavuşturacak esas unsur olan kütüphane ve kitap konusunu göz ardı etmektedirler.

Son onyılların neoliberal politikaları üniversiteleri gitgide ticarî kurumlar haline getirirken hem yolsuzluklar artmış, hem öğretim elemanları sorunlarına bireysel çözümler aramaya zorlanmış ve hem de öğrenciler gitgide metalaşan eğitim ortamında (ister istemez) piyasa odaklı bir anlayış içerisinde kısa yoldan diploma sahibi olmaya yönelmişlerdir.

Gerek akademisyenlerin ve gerekse öğrencilerin unutmaması gereken önemli bir nokta, Francis Bacon’un sık sık zikredilen ve özdeyiş haline gelmiş ifadesinden de bildiğimiz gibi, bilginin iktidar demek olduğu, güçlü olmanın bilgiye dayandığıdır. Kütüphanesi olmayan bir üniversitede bu mümkün müdür?

Florence Nightingale’i Anmak

12 Mayıs her yıl Uluslararası Hemşireler Günü olarak kutlanır. Bu vesileyle Florence Nightingale anılır ve hemşireliğin önemi vurgulanır.

12 Mayıs 1820’de dünyaya gelen Florence Nightingale, modern hemşireliğin kurucusu olarak kabul edilir. Kırım Savaşı (1853-56) sırasında Türkiye’de hemşirelik yapan Nightingale, baktığı yaralı askerlere gece karanlığında bile gösterdiği sürekli ve yakın ilgiden dolayı “Lambalı Kadın” diye anılmıştır. Londra’da açtığı hemşirelik okulu, bugün hâlâ King’s College’de faaliyetini sürdürmektedir. Nightingale aynı zamanda bir sosyal reformcu olarak bilinir çünkü İngiliz toplumunda sağlık hizmetlerinin yaygınlaşması için çalışmış, Hindistan’da fakirliğe karşı daha etkin politikaları savunmuş ve kadınların işgücüne katılımı konusunda etkinlik göstermiştir.


Daha küçük yaşta iken matematik ve yabancı dil yeteneği gösteren Nightingale, Kırım Savaşı sırasında askerlere verilen sağlık hizmetlerini ve bu ortamda meydana gelen ölüm oranlarını polar diyagram adı verilen bir grafik türü geliştirerek göstermiştir ve bu nedenle istatistik verilerin görsel sunumu konusunda bir öncü olarak kabul edilir. Hindistan kırsalındaki sağlık koşullarını detaylı olarak incelemiş ve modern tıp hizmetlerinin yaygınlaşması için aktif olarak çalışmıştır.


İçinden geçmekte olduğumuz COVID-19 salgın günlerinde hemşirelere gece gündüz gösterdikleri özverili çalışmalarından dolayı minnet duymamak mümkün değil. Florence Nightingale’i de gerek hemşire olarak ve gerekse istatistik alanına getirdiği yenilikten dolayı saygı ve minnetle anmak gerekir.

Çanakkale 2019 Kasım Sıcaklıkları

18 Ocak 2020

Küresel ısınma ve iklim değişikliği konusu doğal olarak gitgide hararetle tartışılan bir konu haline geliyor. Bugüne kadar atılması gereken adımların atılmamış olması genç nesli (Greta Thunberg, çarpıcı bir örnek) ve konunun ciddiyetini bilen insanları endişelendiriyor, hatta öfkelendiriyor. Hükümetlerin sera gazı salımları konusunda ve diger çevre düşmanı uygulamalara karşı yeterince hassasiyet göstermemesi, hatta bazı yönetimlerin bu konuda tümüyle duyarsız davranması (Brezilya’da Bolsonaro hükûmeti, Türkiye’de maden aramak için yok edilen ormanlar, vs.) , ister istemez dünyanın bir felâkete sürüklendiği düşüncesini doğuruyor. Artan sayıda aşırı iklim olayları, yükselen sıcaklıklar, orman yangınları, kasırgalar, seller, yok olmaya başlayan canlı türleri, vakit geçirmeksizin radikal tedbirlerin devreye sokulması gerektiğini gözler önüne seriyor.

California ve Avustralya’daki yangınların ve Atlantik sahillerindeki kasırgaların çevreye verdiği zarar ve toplumların uğradığı can ve mal kaybı göz ardı edilecek boyutları çoktan aşmış bulunuyor. Eriyen buzullar dolayısıyla deniz seviyesinin yükselmesi ise şimdiden ada devletlerini güç durumda bırakmaya başladı. Dünyanın çeşitli yerlerindeki sahil kentlerinin uğrayacağı su baskını da artık genel kabul görmüş sonuçlardan biri.

NASA ve NOAA, geride bıraktığımız 2019’un 1880’den bu yana ikinci en sıcak yıl olduğunu saptadı. Küresel iklim değişikliğinden etkilenecek ülkelerden birinin de Türkiye olacağını biliyoruz. Bu çerçevede Istanbul için 2015 kasım ayına ait değerleri burada değerlendirmiştim. Şimdi bir diger örnek olarak Çanakkale ilini ele aldığımızda şu değerlere varıyoruz: 1929-2018 yıllarının ortalama en yüksek sıcaklığı, ortalama en düşük sıcaklığı ve ortalama sıcaklığı sırasıyla 15,9 derece santigrad, 8,4 ve 11,9 derece santigrad olmuş iken bu değerler 2019 yılında 20,7 derece santigrad, 12,3 ve 16,5 derece santigrad olmuştur.

Görüldüğü üzere, 2019 yılı kasım ayı sıcaklıkları Çanakkale’de 1929-2018 yılları ortalamalarının bir hayli üzerinde gerçekleşmiştir.

Konunun uzmanları, insanlığın bir karar aşamasında olduğu konusunda büyük bir fikir birliği içinde. Dünyaya hakim olan kapitalist ekonominin kâr hırsının mı yoksa akl-ı selimin mi galebe çalacağını yakın bir gelecekte göreceğiz.

Kısacık Köyü Üzerine Gözlemler

Ağustos 2019

Kısacık Köyü, Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı 64 köyden, 420 metre rakımı olan, yaklaşık 50 haneli bir köy. Köy nüfusu 120 kadar. 31 Mart 2019 yerel seçiminde seçmen listesinde 88 kişi vardı. Köy halkının çoğu orta yaş ve bunun üzerinde. Genç nüfus fazla değil. Gençlerin çoğu, özellikle genç kızlar, Türkiye genelinde görüldüğü üzere kasabalara ve kentlere gitme eğiliminde. Genç kızlar evlenirken kasabada veya kentte oturmak istiyor. Köyle bağlantılı pek çok kimse Küçükkuyu’da ve Ayvacık’ta çalışıyor veya ikamet ediyor. Köy halkı birbirleriyle şöyle ya da böyle, akraba. Değişen tek unsur, akrabalığın derecesi.

Etrafı çam ormanlarıyla çevrili bir dağ köyü olan Kısacık’ta başlıca geçim kaynağı hayvancılık. Köyde hemen hemen herkes inek, koyun ve keçi besliyor. Bütün ailelerin az ya da çok ekim yaptığı bahçe ve tarlası var. Hayvancılık ve sınırlı ölçüde tarım faaliyetinin yanısıra herkes, gündelikçi olarak bulabildiği her türlü işi yapıyor. Erkekler tarlalarda meyve ve sebze toplamaktan başka inşaatlarda da çalışıyor. Kadınlar, genellikle tarlalarda ürün toplama işine gidiyor. Burası fakir bir köy sayılmaz. Herkes kendi kendine yeterli görünüyor. Kışın ihtiyaç duyulabilecek bazı gıda maddeleri önceden hazırlanıp kilerlerde, hayatlarda saklanıyor. Bunlar erişte, salça, tarhana, turşu gibi temel ve tipik yiyecekler.

Ayvacık’tan 14 km olan uzaklıkta olan köyün yolu asfalt. Bir sağlık ocağı ve ebesi var. Köyde sabit telefon, içme suyu ve kanalizasyon şebekesi mevcut. PTT şubesi yok fakat haftada bir gün posta dağıtımı yapılmakta. Hemen hemen herkeste cep telefonu var. Akıllı telefonları ise en çok gençler kullanıyor. Köyün eğitim düzeyinin fazla olmadığını söylemek gerek. Hal-i hazırda, büyük bir şehirden gelip yerleşmiş bir çift dışında köyde sadece iki kişi yüksek eğitimli. Bunlardan biri orta yaşta bir kadın, digeri ise, tahsiline uygun bir iş bulamamış olan bir genç kız. Bu genç kız da, yüksek eğitimli olmasına rağmen diger kadınlar gibi gündelikçi olarak tarlaya gidiyor.

Kar altında Kısacık Köyü

Köy halkının genel sosyal ve kültürel eğilimini liberal olarak tanımlamak herhalde yanlış olmaz. Kadınlar erkeklerin yanında bulunmaktan çekinmiyor, “bizde kaç göç yoktur” diyerek kendilerini ifade ediyorlar. İç Anadolu’ya nazaran bu köy halkının daha serbest ve dışa açık bir hayat tarzı olduğu gayet bariz. Assos ve Küçükkuyu gibi turistik tatil merkezlerinin çok yakınında bulunması, cıvar köylere Istanbul gibi büyük kentlerden gelip yerleşmiş aileler olması ve yerel halkın onlarla çeşitli ilişkilerde bulunması, bu köy halkının nisbeten liberal yöneliminin kısmî bir açıklaması olarak kabul edilebilir. Genç kızlar başı açık olarak dolaşıyor fakat daha büyük kadınlar genellikle başlarını geleneksel tarzda örtüyor. Kadınlar, genç kızlar da dahil olmak üzere, şalvar giyiyor. Sadece genç kızlar bazen şalvar haricinde ve geleneksel sayılmayacak giysiler (pantolon, kot pantolon, vs) giyiyor. Köy ortamında şalvarın pratik bir giysi olduğunu kabul etmek gerekir. Tarlada çalışırken, bahçe işleri yaparken şalvar kadınlar için gayet pratik ve rahat bir çözüm.

Köyün geleneklerinden biri “hayır” tabir edilen ziyafetler. Genellikle ölmüşlerin ruhuna verilen bu yemeklerde dualar okunuyor. Yemekleri köyün kadınları ortaklaşa (imece anlayışında) yaptıkları gibi, dışarıdan bir aşçı tutulup ona da yaptırılabiliyor. Bu şekilde yemek vermek isteyen bir kimse, bunu köy camisinin oparlöründen ilan ettiriyor. Böyle yemeklere komşu köylerin da davet edildiği oluyor. Aynı şekilde, komşu köylerdeki hayırlara Kısacık halkı da bazen davet ediliyor. Ramazanda bütün ramazan ayı boyunca köydeki hanelerden biri bütün köye iftar veriyor. Bu iftarların hazırlanmasında da köyün kadınları ortaklaşa çalışıp yemekleri ve sofraları hazırlıyor. Gerek hayır yemeklerinde ve gerekse iftarlarda tipik olarak nohut, fasulye, tavuklu bulgur pilavı, hoşaf, cacık, salata ve keşkek hazırlanıyor. Bu mönüde ufak varyasyonlar olabiliyor fakat esas olarak yemekler bunlardan oluşuyor.

Yemek saati geldiğinde halk köyün bu faaliyet için inşa edilmiş yerine (yarı açık toplantı yeri) gelip masalara oturuyor. Bu arada büyük siniler içinde yemekler masalara taşınıyor ve yukarıda belirtilen yemeklerden birer tabak her masaya konuyor. Masalarda çoğunlukla 4-6 kişi oturuyor. Davetlilere sadece birer kaşık veriliyor ve herkes kaşığını kullanarak ortaya konan yemeklerden yiyor. Masalara bazen plastik (pet) bardak sulardan konuyor, bazen bir sürahi ve tek bir bardak (bu ayrıntılar davet sahibinin tasarrufuna kalıyor).

Köy meydanında cami ve kahvehane mevcut. Köyün musalla taşı camide değil, köyün girişinde, mezarlığa yakın bir noktada. Kahve, gün içinde kapalı, akşam saatlerinde açılıyor. Kahvenin bulunduğu binada “Kısacık Köyü Muhtarlığı Sosyal Tesisleri” tabelası olmakla birlikte, kahvehaneye ayrılmış kısım haricindeki odalar, madencilere kiralanmış bulunuyor. Çevre katliamı yapıp binlerce ağaç kesen ve siyanürle altın madenciliği yapan veya yapacak olan çokuluslu şirketlere yer kiralayarak üç kuruşa tamah eden muhtarlık, uzun vadede ne gibi kayıplara çanak tuttuğunun farkında değil.

Yetiştirilen hayvanlar ormana otlamak üzere götürülüyor fakat çoğu zaman ya başlarında biri olmuyor veya çobanlık yapan hayvan sahipleri, bu işi otomobil, mobilet ve hatta traktörleriyle yapıyor.

Köyün eskiden çok daha büyük olduğu, ortaokulu ve jandarma karakolu olduğu söyleniyor. Kısacık’tan 2 km uzaktaki Güzelköy’ün de eskiden Kısacık’ın bir parçası olduğu, sonradan ayrıldığı anlatılıyor. Güzelköy bir Alevî köyü, Kısacık ise Sünnî. Cıvarda başka Alevî köyleri de var. Kısacık halkı Alevî köylerinden “Türkmenler” diye bahsediyor. Köy sakinlerinden ve kendini bu köyün yerlisi olarak tanıtan biri, köy halkının karışık olduğunu, vaktiyle savaş döneminde dul kalan kadınların namusunu korumak için onların askerlerle evlendirildiğini ve bu nedenle köy halkının farklı kökenlere sahip olduğunu ifade ediyor.

Ramazan’da köyde oruç tutanların sayısı fazla değil. İlginç olan, köyde fazla kimsenin oruç tutmamasına rağmen yukarıda belirtilen tarzda iftarlar düzenlenmesi. İftar saati yaklaştığında köyün hocası iftar mahalline geliyor ve mikrofon ve oparlör kullanarak Kuran okuyor. Dualar okunurken eller açılıyor, etrafta yürüyenler ve masa hazırlığında bulunanlar da aynı şekilde ellerini açarak ritüele katılıyor. Bütün bu dini atmosfer içinde çocuklar etrafta koşup oynuyor, şamata ediyor. Yemeğin bitimine yakın hoca gene dua okuyor, davetliler ve ortamda bulunanlar ellerini açıp formaliteye uyuyor. Dualar okunurken insanların işin ciddiyetine pek de uymayan bir biçimde birbirleriyle konuştukları ve gülüştükleri gözden kaçmıyor. Yemek sırasında davet sahibi ve yardımcıları masaları dolaşarak “bir isteğiniz var mı?” diye soruyor, varsa onların taleplerini karşılıyor. Yemeğini bitiren davetliler, çıkışta bekleyen davet sahibine “allah kabul etsin” diyerek ikram edilen şeker veya çikolatayı alıyor, ellerine gül suyu dökülüyor ve ayrılıyorlar. Her hanenin köye bu şekilde iftar vermesine “gezek” deniyor.

Köyde konuşulan Türkçe’nin şive özelliklerini de belirtmek gerekir. Standart Türkçe’den (Istanbul Türkçesi) farklı olarak çocuk yerine “dada”, iyi, güzel yerine “yavuz” (yoğuz şeklinde) deniyor. Çam iğnelerine (yapraklarına) “pürçek” diyorlar. “Kemre” gübre, “perese” fide, “gıdışım” arkadaşım, dostum yerine, “gulu cungusu” hindi yavrusu anlamında kullanılan sözcükler. Geliyorum, gidiyorum gibi ifadeler “geliyom”, “gidiyom” şeklinde söyleniyor. H harfleri çoğu kelimede telaffuz edilmiyor. Baharlar Köyü’ne gidecek olan biri, bunu “Bağ(a)lar’a gidiyom” şeklinde ifade ediyor. Geçmişte olup bitmiş olayları veya durumları ifade etmek için kullanılan mişli geçmiş zaman yerine farklı yapılar kullanılıyor. Örneğin “gitmiş” veya “ölmüş” yerine “gidik” ve “ölük” deniyor.

Şehir hayatında (kibar ortamda) kaba addedilen pek çok kelime ve ifade burada açıkça konuşulabiliyor. Kadınlar açık saçık ve kaba kelimelerle şakalaşıyor.

Dikkat çeken bir başka nokta, köydeki pek çok kimsenin dişlerinin eksik olması. Genç ya da erken orta yaş grubundaki insanların dahi dişlerinin eksik ve bakımsız olduğunu görmemek mümkün değil. Bu durumu sadece köylülerin bu konulardaki bilgisizliği ile açıklamak doğru olmaz. Türkiye’de genel eğilim, ne yazık ki gerekmedikçe doktora gitmemektir. Bir önemli neden de başta diş sağlığı olmak üzere sağlık hizmetlerinin pahalı olmasıdır. Pek çok şehirli orta sınıf insan dahi çok gerekmedikçe doktora gitmez veya gidemezken kırsal kesimdeki halkın daha iyi bir profile sahip olması beklenemez.

Evlilikle ilgili ritüellere bir örnek vermekle bu konuya da kısaca değinmiş oluruz. Köyde evlenen gençlerden birinin düğünü 3 gün sürdü. Çift aslında birkaç ay önceden evlenmiş idi, düğün sonradan yapıldı. İlk gün köyde yemek verildi. Ertesi gün kadınlar kına gecesine gittiler, erkekler de içkili yemeğe davet edildiler. Üçüncü günün gecesinde ise köy meydanında bütün davetliler için saat 22:00’den geç saatlere kadar süren müzikli, danslı eğlence (düğün) düzenlendi. Türkiye’de adet olduğu üzere geline takı takmak isteyenler sıraya girdi ve getirdiklerini taktılar. Klasik slow dansların yanısıra davul ve zurna eşliğinde zeybekler oynandı, göbek atıldı. Evlenen bu çiftin erkeği köyün delikanlısı, kız ise cıvardaki bir kasabadan. Yukarıda da belirtilidiği gibi, kız köyde oturmak istemediğinden çift, Ayvacık’ta ev tutuyor ve oraya yerleşiyor. Erkek köyde yetiştiğinden köyde yapılan işler konusunda tecrübeli, fakat kasabada yapabileceği işler farklı türden işler olup büyük ihtimalle ücretli bir işçi olarak (hatta belki asgarî ücretli) çalışması söz konusu. Erkek, köydeki imkânları ve iş tecrübesi açısından köyde daha rahat yaşayacaklarını düşünüyor fakat kızın istediği, kasabada yaşamak olduğundan sonuçta kasabada ev tutuluyor.

Düğünlerle ilgili bir ilginç nokta, düğünde geline takılan takıların hediye olarak değil de bir çeşit borç olarak görülmesi. Yani bir kimse evlenenlere diyelim ki bir çeyrek altın hediye etmişse, kendi çocuklarının düğününde de aynı şekilde karşılık bekliyor. Daha da ilginci, bu işle ilgili olarak defterler tutuluyor. Şayet beklenen karşılık gelmezse, bu durum açıkça dile getiriliyor.

Gün içinde köyde hayat gayet sakin. Çoğu zaman insan sesi duymak mümkün değil çünkü herkes köyde veya başka yerde işinin başında. Bu nedenle insan buranın terk edilmiş bir yerleşim olduğunu dahi düşünebilir. Son olarak bir genelleme yapmak gerekirse, gerek bu köyün, gerekse bu bölgedeki diger köylerin halkı oldukça cana yakın, güleryüzlü ve yardımsever.

C’est une maladie

School shootings in the United States are among the most tragic social ills that leave many in indescribable agony. Aside from the trauma that some families have gone through and lives that are unjustifiably destroyed as a result of ongoing school shootings, what could be more telling of the psychotic state of existence that American society is in? This clearly reflects a moral and intellectual paralysis of American society that results in such a ridiculous solution as gun ownership that further seems to increase shooting and violence in schools.

Instead of advocating a limitation on access to weapons and a severe restriction on gun ownership, many Americans keep referring to the Second Amendment that guarantees their right “to keep and bear arms,” often without much understanding of the political context that circumscribed the bill. However, without a reconsideration of the present state of affairs, they will have probably contributed to a spiraling violence and, schools turning into “militarized zones.” Are not such notions as the right to bear arms and to associate this with individual freedom, and hence the right to defend one’s self archaic in a 21st century society? Is it not the modern state whose duty it is to maintain law and order and to provide safety for its citizens’ lives and property?

These developments inevitably invoke an image of “everyone against everyone else” situation that once Thomas Hobbes tried to depict in Leviathan. Ironically, Hobbes was referring to a natural or primitive condition from which a higher-order society would emerge as individuals would not be able to maintain safety in such a continually chaotic state. However, the present state of American society seems to be a regression. This regressive and psychotic state of mind in America is an indication of social disintegration as well as the psychological and ideological barriers that prevent Americans from making a leap that will be congruent with the dominant values of modern society.

Capitalism and concomitantly mindless consumerism, along with increasing social and economic inequality, no doubt, are important factors that contribute to this anomie. Back in the end of the 19th century Durkheim was interested in suicide, and he associated this with manifestations of capitalist society at the time; his conclusion was anomie, a situation that was simply unusual and abnormal, resulting from increased social differentiation and division of labor. It was this kind of transformation, dissolving traditional forms of social bonding, that resulted in alienation, further resulting in anomie. After about a hundred years later, we witness another kind of anomie in an advanced capitalist society, which is violence on school campuses.(1)

Therefore, the problem that American society in particular, and modern society in general faces needs to be addressed. As Mario Vargas Llosa pointed out in a debate with the sociologist Gilles Lipovetsky, the late modern society created “. . .disengagement of intellectuals and artists from public affairs, their absolute contempt for political life, which they see as dirty, ignoble and corrupt, something they must turn their back on if they are to remain uncontaminated. How can a democratic society survive in the long term without the participation of the more thinking sort of person; the more sensitive, creative, imaginative people?“(2)  Clearly, it is about time that in the face of these mounting troubles, the intellectuals and democratically-minded citizens realized the social, political and moral responsibility that they have, and took an active stance.

In the light of an increasing number of school shootings and xenophobic violence (à la Anders Behring Breivik in Norway in 2011 resulting in the massacre of 77 people, and many other incidences throughout Europe) that seem to be invasive of contemporary society, it has become clear once again, that capitalist “society” is not possible simply because markets, cherished so much in the so-called age of globalization, and society are incompatible. The market is a disintegrative environment, call it centrifugal, if you will, whereas society, by definition, is a formation that entails “sociation,” that is, a polity of individuals coming together out of their own volition. In a society, it is assumed that there is division of labor and bonding on the basis of commonly shared values, and perhaps, interests. The capitalist market, on the other hand, is based on the idea of competitive individuals who are in a never-ending rivalry to become more powerful than others – a situation that is clearly prone to political and economic conflict. Not only is competition the most animalistic and primitive drive, but it also has the huge potential to breed enmity. Today’s ultraconsumeristic and alienating society is a clear manifestation of such disintegrative character of the socioeconomic organization that the world has been experiencing for the last 550 years.

According to Professor Wallerstein, we are in an age of transition. The world is now going through a period of transition where the privileged and those seeking a more democratic and egalitarian system are in a struggle with one another. However, it is also a period of uncertainty that entails many possible outcomes depending on how the masses are mobilized, who takes what kind of action and how the events and developments are analyzed.(3) This means the possibility to create an alternative world does exist, although the final outcome will be based on the particular configuration of social and political forces as well as the perceptions that will spark the struggle toward the search for an alternative.

Therefore, it is important to realize that today’s society is in a state of maladie, a deep malaise, part of which can be attributed to the conceptual disorientation caused by postmodern attitudes that have accompanied the neoliberal assault in the last 30 years or so. The intellectuals, therefore, have a responsibility to provide moral and political leadership so that human creativity can be exercised by drawing on the historical experience of capitalism and to saw to seeds of a more egalitarian society whose aim is not only to maintain law and order but also to make sure human dignity will not be wounded, basic needs will be met and class antagonism will not be the motor of social dynamics. As Wallerstein “insists,” “the outcome is intrinsically uncertain and, therefore, precisely open to human intervention and creativity.” Indeed, the immense body of knowledge and experience at our disposal can potentially be used, bringing theory and praxis toward creation of a “real society;” it is just not possible to pinpoint that particular outcome in a world of probabilities at the moment.

 

Notes:

1) Arguably, one can find variations of anomie in different societies depending on differential trajectories of historical development.

2) “Proust Is Important for Everyone,” https://www.eurozine.com/proust-is-important-for-everyone/ Accessed June 14, 2019.

3) Immanuel Wallerstein, “Globalization or the Age of Transition? A Long-Term View of the Trajectory of the World-System,” International Sociology (June 2000).

 

The Challenge Islam Faces

At a time when terror committed by Islamicists (such as the recent massacre in Sri Lanka) continues to remain an important item on the global political agenda and Islamophobia (manifested by events like the recent attack on mosques in New Zealand) menacing many western societies, it is necessary to consider some aspects of the Islamic world.

First of all, the Islamic countries are basically corrupt, afflicted with moral and ethical weaknesses, economically and politically underdeveloped, and are not yet societies where the rule of law and democracy prevail. Respect for human rights leaves much to be desired.

It would be fair to say that Islam, as a belief system, is out of sync with today’s world, and it has no relevance for the modern world. It claims to provide guidance for all human action, ranging from morals to diet and attire. However, it fails to keep up with a very fundamental aspect of society and of life in general: constant change.

In other words, we are not living in the 7th century, and that a lot of water has gone under the bridge since that time. Societies are dynamic; traditions and customs change over time, and human needs, human relations and behavior also change accordingly. Therefore, a religion that emerged many centuries ago cannot possibly provide any kind of guidance in today’s world. Orthodox Islam (manifested as Salafism) as such fails to respond to human needs in the modern world. A faith that cannot provide satisfying answers to the questions of today’s world is bound to be a source of many problems.

Many Muslims unfortunately do not realize the irreconcilability of their faith and the prevalent values in our times. Blaming the West for their plight can only go so far as an excuse. Seeing (and blaming) the West as the source of moral and cultural decadence is not convincing in a world where values such as gender equality, education of girls, freedom of expression and democracy are increasingly demanded by the masses all over the world. Lack of tolerance toward people of other faiths (and non-believers), the inherent inequality of sexes and not having the intellectual courage to question the dictates of their faith puts Muslims in a strenuous position within modern society.

Unless Muslims overcome the narrowly defined limitations of their doctrine and rely on “reason” for interpreting the world in a new light, they cannot possibly find a comfortable niche for themselves in the world or in western society if they happen to be living there. Although Islamophobia or any such discrimination is inexcusable, the Muslims should also reconsider their spiritual and doctrinal guidelines because the problem is a double-edged sword. Blaming the West or their colonial past for their plight is understandable to a certain extent but the source of their frustration and the extreme inequality in Muslim societies cannot solely be attributed to outside factors. In order to overcome their social, political and economic challenges, they have to find ways of dealing with their internal dynamics. It should be clear that without such extreme domestic inequalities foreign manipulations (imperialism, neocolonial attitudes, fostering relations of dependency, etc.) cannot be effective.

Strolling through Prague

Prague is one of the attractive cities in Europe that any traveler should include on his or her itinerary. Situated on the Vltava River, the capital of the Czech Republic was also the capital of the Kingdom of Bohemia. Prague was not only the residence of important historical figures such as Charles IV, but it has also been a political, economic and cultural center in Europe.

One can get to Prague through various means. A train trip from Vienna, for example, can be quite convenient and economical. Trains in the Czech Republic run on time, and are neat. The central station in Prague is huge and has many shops and “eateries.”

Old town square

A quick visit to Prague can include the Old Town Square, the Astronomical Clock (one of the oldest still in working condition and is located in the Old Town Square) Charles Bridge and the Castle.

The astronomical clock in the Old Town Square dates back from the 15th century, featuring an astronomical dial that represents the positions of the sun and moon as well as showing many other details. It is a remarkable monumental piece that is not only technically admirable but is also also exquisite. A few things can be more exciting to see than a clock that is centuries old and is in working condition.

Spectators watching the peacock in the “zahrada.”

Charles Bridge, dating also from the 15th century, was an important connection between the Old Town and the Castle. Named after Charles IV, the bridge is made of stone and has several arches. Like all other edifices made from natural materials, it has a certain appeal to the eye. Walking across the bridge is quite fun because one comes across individuals or bands performing music, which turns an otherwise ordinary walk into quite an entertaining trip. Not very far from the bridge once you crossed it toward the Castle, is the Kafka Museum, which might be of interest to those who are interested in his life and work. The only drawback that needs to be mentioned regarding the museum is interior lighting which, in my opinion, could be better.

The Castle is the seat of the President, and is a major tourist attraction. Walking up to the castle is quite pleasant, although not everyone might equally enjoy a long walk uphill. One of the pleasant aspects of such a walk is the chance to view the local architecture up close. It is also possible to take a break along the way and have lunch and enjoy a glass of wine at one of the restaurants. The castle itself is immense and is located on a large area overlooking the city.

The Bridge Band playing great jazz. The guy on the right is certainly enjoying himself, and you can tell he likes what he is doing.

The prices in the Czech Republic are reasonable. Czech beer is great; anybody who appreciates good beer will probably enjoy having a few glasses while taking a break.

Such a short review no doubt falls short of doing justice to Prague, which is rich in history and culture. However, my purpose was simply to explain some of my impressions for potential visitors.